Her zaman delikanlı


Kalamış Koyu’nda frişka bir rüzgâr var. Böyle havaların teknesi Levent, yana yatmış suları öyle bir yarıyor ki anlatamam...

Koca bir kış eve kapanmış, denizi sadece uzaktan seyredip, önümüzden geçenlere baka baka iç çekip durmuşum. Kızım Tûba, “Baba Şef Levent, tekneyi yeniledi. Onunla denize çıkmak ister misin?” demez mi! Hastaya doktor mu sorulur? Kızlardan önce yola koyuluyorum. Yiğit lakabıyla anılır derler ya Şef Levent (Özgen) benim çok sevdiğim bir kardeşimdir. Babası Nedim Ağabey’e de büyük hürmet beslerim. Ona ve teknesi Levent’e saygım, sevgim taa 1960 yılı başlarına dayanıyor. O yıllarda Bebek’te bir kaba sandalla yelkenle dolaşmaya çalışıyorum. Boğaz sularında yelken yapan Vedat Özsezen Beyefendi’nin dragon benzeri bir teknesi vardı. Ona da resmen hayranım. Yine öyle günlerden birinde biz sandalımızla akıntı çağanozu gibi yana kaya kaya suya tutunmaya çalışırken, burnumuzun dibinde bir yelkenli beliriyor. Resmen büyülenmiş gibi bakakalıyorum. Lacivert yelkenleri var ve o Boğaz’ın akıntısını öyle bir çiğneyip yürüyor ki, gözden kaybolana kadar seyrediyorum. Az daha akıntıya kapılıp Arnavutköy’ün oralara düşeceğiz. Daha sonra ilk teknem Angustia’yı Fenerbahçe’ye götürdüğümde Nedim Bey’i de teknesi Levent’i de daha yakından tanımak fırsatı buluyorum. Nedim Ağabey gerçek bir denizci. Son derece mütevazı, cana yakın ve saygıdeğer bir ağabeyimiz. Tekneye adını verdiği oğlu Levent’i de aynı anda tanıyorum. İstanbul Yelken’in centerboard takımında ortalıkta koşturup duruyor…

Biz yine o günkü seyrimize dönelim. Levent bizden önce denize çıkmış. Oğlu Engin de yanında. Beni bottan tekneye alıyorlar. Şu işe bak hayran hayran seyrettiğim bu tekneye binmek ancak yarım asır sonra kısmet oluyor!.. Levent’le sarılıp öpüşüyor sonra da başlıyoruz volta atmaya… O nasıl bir güzellik, o nasıl bir keyif anlatamam. “Biliyor musun, hiçbir fiber yelkenlide bu zevki bulamazsın. Ahşabın tadı bambaşka” diyorum Levent’e… Bu arada güverte dahil teknenin her noktası pırıl pırıl olmuş. Çok emek vermişler belli ki! “Ustalarla papaz ola ola zor bitirip denize indirebildik. Az daha karada kavrulacaktı” diye dert yanıyor. Ustalarla papaz olmayan mı var! “Kaç yaşında bu delikanlı?” diye soruyorum. Anlatmaya başlıyor:

Doğumu 20’nci yüzyılın başlarında

“1. Dünya Savaşı başlarında (belki de hemen öncesi) Türkiye’de yaşayan yüksek rütbeli bir Alman subay, burada bir Türk balıkçıyla yakın dost oluyor. Sürekli onun teknesi ile balığa çıkıyorlar. Adam ülkesine dönmeden bizim balıkçıya “Sana bir hediye almak istiyorum. Benden hatıra kalsın” diye bastırıyor. Bizim balıkçı tok gözlü biri hiçbir şey kabul etmiyor. Adam o kadar ısrar ediyor ki, “Bir sandal al o zaman” diyor. Derken bir de bakıyorlar ki Alman, sandal yerine bir kotra göndermiş… 1904’te trenle getirilen bu tekne, zamanın Inge adlı yatı. O zaman randa yelkenli tabii. Ama hiç inmemiş denize. Öyle karada kalakalmış. Seneler sonra ne garip tesadüf yine bir Alman subay Inge’yi satın almış. Bilinen tek şey teknenin Abeking&Rasmussen Tersanesi’nde yapılmış olduğu. Alman subay tersaneyle yazışıyor ve teknesini modernleştirmek için markoni arma tasarlattırıyor. Acayip bir direk yapılıyor Almanya’da. Ve daha sonra bu direk ülkemizin başına büyük iş açan Yavuz ya da Midilli zırhlılarından birinin güvertesinde geliyor. Subay yeni direkle Inge’yi donatıyor. O Alman, Türkiye’den ayrılırken de meşhur bir Arap’a (Prens Abbas Halim’e) satıyor. Daha sonra tekneyi meşhur Verdi Ailesi satın alıyor. Babam Nedim Özgen’e intikali ise 1957 yılında Verdilerden…

Tekne ilk yıllardan itibaren Fenerbahçe’deki mendirekte dururdu. Hatta Atatürk’ün İstanbul Yelken Kulübü’nde çekilmiş resmi vardır, onda arkada üstü örtülü bizim tekne de görünür. O senelerde fazla fotoğraf makinesi yoktu teknenin eski fotoğraflarını Yücel Ağabey (Köyağasıoğlu) çekmişti. Bu tekne bizim küçüklüğümüzde kulüpte dururken, ablamla bota binerdik. Ablam balık tutmayı çok severdi, laf aramızda ben hiç sevmem. Bu teknenin altından midye alıp yem yapardı. O dönemlerde floku hafif havalarda kullanmak için paraşüt bezinden yapılmıştı. Lacivert yelkenli olduğu halleri ise 1960’lardan itibarendir. Eski fotoğraflarına bakınca aradaki farkı görüyorsunuz. Sanki bambaşka bir tekne var karşınızda, yelkenleri, yukarıdaki bumbasıyla...” “Desene Levent yüz yaşında bir tekne bu ama hâlâ delikanlı” diyorum suya gömülmüş küpeştesine bakarak. “Aynen öyle ağabey” diyor. “Hem de ne yiğit bir delikanlı…” diyor ve ekliyor: “Levent’in maddi değeri nedir derseniz, aslında pek de önemli değil. Yaptığım masrafların tekneye değer kattığı da söylenemez. Manevi değerini ise tarif edemem. Almaya gittiğimizde ben beş yaşındaydım. Dün gibi hatırlıyorum. O günden beri hayatımda. Türkiye’de halen suda olan daha eski bir tekne yok. Baba yadigarını doğru dürüst yenileyip oğluma bırakmak en büyük isteğim.”

Bakım - Onarım

Levent Özgen yenileme çalışmalarını anlatıyor: Teknenin kabuğu 1972 yılında meşe ile yeniden kaplanmıştı. Meşe ağacının özelliği suya inince ondüle olmasıdır. Bu nedenle çirkin görünür. Ağaç çektiği zaman açılan boşluklara eskiden çıta çakıp kapatmıştık. Bu tür teknelerde kalafat yapılmaz, çıta çakılıp yapıştırılır. Fakat o onu tutsa bile ağacın özelliğinden dolayı ondüle olup çirkin görünebiliyor. Alt tarafı suyun içinde olduğu için belli olmaz ama üstü çirkin durur. Babam o yıllarda yarışlarda performans elde etmek için teknenin kıçını kestirdi. Sonra ben yeniden eski haline sokmaya çalıştım. Ama o zaman çalıştığım marangozla anlaşamadım, o kendine göre beni dinlemeden dar bir kıç yaptı. Altını da düşürdü. Bu kez onu düzeltip daha güzel bir profil elde etmeye çalıştık.

Teknenin içini de soyduk ve şimdi takviyeler yapıldı. Çatlayan ağaçların yanlarına takviye yaptık. Güverte tamamen yenilendi. İçindeki döşekler değişti. Dışının kaplaması yapıldı. Zımparadan sonra 4 milimetrelik su kontrası ile su seviyesinin altına kadar epoksi ile yapıştırıldı. Güverte de önce kontrplakla kaplandı. Cam elyafla 200 gr/metrekarelik epoksi ile komple tekne sarıldı. Altı kendi halinde kaldı. Zımpara, macun, boya yapıldı. Bu tip eski teknelerde koyu lacivertin çok güzel durduğunu düşünüyorum. O yüzden gövdesini de altın yaldız filetolu şekilde lacivert yaptık.

Bakım onarım esnasında en büyük desteği Moravia Boyaları’ndan aldım. Sahibi arkadaşım, bütün boyaları temin etti ve bir nevi sponsorluk yaptı. Direği Dökar’da yapıldı, yine dostum olan Levent Karabeyoğlu da çok yardımcı oldu. Güverte de eskisi gibi tik kaplama oldu. Arma aynı kaldı. Bu tekneyi herkes müzelik görüyor. Ben ise onu canlı kabul ediyorum. Her gün onunla denize çıkıyorum. Böyle düşününce aslında direğini ağaç yapmak lazım. Ama o zaman her sene direği söküp boyayıp vernikleyip yeniden takmak gerekecek. Bu hem büyük bir masraf hem de eziyet oluyor. Daha kullanışlı olduğu için direk alüminyum oldu. Önünde 1 metrelik bir bastonu var, eski iki floklu halinde resimlerde görülüyor. Onu takmıyorum. Bu haliyle tek başına yelken yapmak daha kolay oluyor.