Fikret Elbirlik'i kaybettik
Yelken camiasının duayenlerinden Fikret Elbirlik'i kaybettik
Fikret Elbirlik'i kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyoruz. Onu tanıyanların, yakınlarının anılarını tazelemek için Temmuz 2007 sayımızda çıkan röportajını sizlerle paylaşıyoruz.
Rengârenk bir serüven
Denizin rengi durmadan değişir; kimimiz için huzurlu bir yeşilken kimimiz için hırslı bir kırmızıdır. Her birimiz bir yandan kendi rengimizi bulmaya çalışırken bir yandan da rüzgâr ve dalgalar ile mücadele ederiz. Bu mücadeleleri bir yaşam biçimine dönüştürmüş olan Fikret Elbirlik’le sohbet ederken ben de onun rengini keşfe çıktım ve bence onunki turuncu: Fikret Elbirlik; hırsın, tutkunun ve heyecanın içinde huzuru bulabilmiş bir yelkenci yani biraz yeşil ile biraz kırmızı...
Yazı: Funda Aydın Fotoğraflar: Turgay Noyan
Nasıl başladım?
Karşıyaka doğumluyum. Denizde yüzmeyi ne zaman öğrendiğimi hiç hatırlamıyorum o kadar küçükmüşüm... Orta okula giderken İzmir’deki yüzme yarışlarında hep ikinci olurdum. 11 yaşımdan sonra rahmetli babam bize başka birtakım uğraşlara merak salmamamız için bir sandal aldı ve böylece denizci oldum. İki senenin sonunda sandal parçalandı. Ardından lise birinci sınıfta, Atatürk Lisesi’nde okuyordum o zaman, sınıfı geçince babam bir şarpi hediye etti. O şarpiyi de üç sene kullanıp rahmetli ettik.
Ama şarpiyi kullanmak için çok ‘çalışmamız’ gerekiyordu
Babamın buz ve makarna fabrikaları vardı. Orta okul ikinci sınıftan itibaren oraya gider, çalışırdık. Sabahtan 17:00’ye kadar fabrikada olurduk. Oradan çıkar çıkmaz koşa koşa gider, şarpiye yelken basardık ve gece 24:00’te inerdik tekneden. Yelken sporuna sevgimiz o kadar büyüktü ki hiç durmadan usanmadan yelken yapardık. Şimdiki gençler bunun onda birini bile yapmıyor.
Kendi şarpim
Ardından Yüksek Ticaret Bölümü’nden mezun oldum ve kazandığım ilk para ile yeni bir şarpi yaptırdım. O tekneyi epey kullandık. Üsteğmen olan bir arkadaşım ve ağabeyim İsmet flokçuluğumu yapardı. O zamanlar Selçuk Yaşar, Samim Arduman gibi birçok yarışçı arkadaşla birlikte yarışlara katılırdık. Samim Bey ise Türkiye’nin değişmez şarpi şampiyonu idi. Hiç kimse onu geçemiyordu. Bu şarpi yarışlarına on sene devam ettikten sonra işlerim dolayısıyla İzmir’den ayrıldım. İnşaat müteahhitliği yaptığım için Türkiye’nin neresinde inşaat işi almışsak oraya gidiyordum. Dolayısıyla deniz olan bölgelerde çok fazla bulunamadım. Ama deniz varsa mutlaka şarpimi de oraya götürüp yelken yapardım. Toplamda 17 sene şarpide yarışmış oldum.
Dalış maceralarım da var
Uzun seneler Çanakkale’de yaşadım işim dolayısıyla. Şarpimi oraya da götürmüştüm. Benim deniz işlerine meraklı olduğumu bilen bir mühendis arkadaşım da kullanmadığı bir dalış tüpünü bana sattı. 1953 yılından bahsediyoruz ki belki de Türkiye’ye gelen ilk tüplerden biri idi bu. Tüpü aldık ama tüpe hava basacak kompresör yoktu. O zamanlar Çanakkale’de bir soğuk hava deposu ve buz fabrikası vardı. Makineleri çalıştırmak için oksijen tüpü tabir ettikleri tüpe hava basıp makineleri öyle çalıştırıyorlardı. Onunla tüpe hava doldurup daldık ama tüpün yarısı makine sütü doluyordu. Yani biz üstte kalan azıcık hava ile dalıyorduk ve nasıl ölmedik hâlâ hayret ediyorum ben de. Şimdiki gibi kurşun yoktu biz de ağırlık olsun diye gemi kilidi takardık. Dalış kıyafeti falan da yoktu kazak ile suya girerdik.
Benim için en ilginç dalış, majestik zırhlısına yaptığımız ‘yolculuk’ oldu. Amerikalı bir araştırmacı, o zamanlar I. Cihan Harbi’nde batmış gemileri çıkartan bir hurdacı gemisi ile anlaşmış ve bu batığı incelemeye gitmişti. Ben de onlara katıldım. Amerikalı; bir kompresöre sahipti, benim tüpü de doldurup daldık. Ters dönmüş ve içi silah dolu olan bu batığı biraz inceledikten sonra dalgıç, içi dinamit dolu kutuları bağladı ve yukarı çıktık. Bizim gemiden manyetöre bastılar ve öyle bir tazyikle patladı ki ben bir an için bizim geminin de parçalandığını sandım. Ardından denizin üstü ölü balık doldu, zaten öyle bitirdiler Çanakkale’deki balıkları.
Bir finn arası
Şarpiden sonra bir finn satın aldım ama bana göre olmadığına karar verip onu Çukurova Üniversitesi’ne hediye ettim. O dönem Adana’da inşaatlar yapıyordum ve bu üniversitenin kayıkhanesini de ben yapmıştım. Oradaki çocuklara biraz yelken eğitimi de verdim.
Sonra ‘sınıf atladım’
Şarpi faslını kapattıktan sonra 1980’de İstanbul’a geldim. 1990’da Bolera yatını satın aldım. Onunla yatçılığa başladım. 1993 senesinde de Elbirlik adını verdiğim teknemi (X Yachts 119) satın alıp uzun seneler onunla yarıştım.
Yelken, sağlık için iyidir de bazen o kadar iyi gelmeyebilir!
1994-95 senesinde İstanbul-Güllük arasında düzenlenen Deniz Kuvvetleri Kupası’nda hava iyice bindirdi. Ben de yarış kıyafetlerimi giymek üzere aşağı indim. O sırada çok şiddetli bir dalga benim kamaraya çarpmama neden oldu ve inanılmaz bir acı çektim. Teknemizdeki eczacı arkadaşımın sayesinde bol bol ağrı kesici alıp Foça’ya gittik. Orada alınan röntgende beş kaburgamın kırılmış olduğu ortaya çıktı. Foça’daki hastane yetkilileri buna müdahale edemeyeceklerini söyleyince Tepecik’e gittik. Oradaki hastanede doktor filmleri görünce “Sizi hemen yatırmamız gerekiyor” dedi. Öyle olunca bende şafak attı. Tekneler orada yarışacak, ben burada kalacağım; olacak iş değil! Ben de doktora “Benim psikolojik durumum hastanede yatmama engel teşkil ediyor, ben gidiyorum” deyince doktor, “Hemen karakola haber verin kaçmasın bu burdan!” dedi. Ama beni tutamadılar ve ben Güllük yarışını bitirip tekneyi İstanbul’a çıkardım. Ama buraya döndükten sonra da günler, haftalarca yatamadım; uykuya hasret kaldım. Bu yarışın bana yaptığı azizliği ise hiç unutmadım.
Dahası da var
Bu arada hastaneden çıktıktan sonra beni bir sürpriz daha bekliyordu. Güllük’e gittim yarışmak için. Sabahleyin geldik marinaya ki bizim geceden kalma ‘balinalar’ betonun üstünde yatıyorlar. Neyse kaldırdık onları tekme tokat ve suya çıktık. Start yapmak üzere basın yelkenleri dedim; el cevap: Ağabey, yelkenler karada kalmış. Ben kaburgalarım kırık halde yarışa gelmişim bunlar yelkenleri almadan denize çıkıyor... Döndük, yelkenleri alıp tekrar yarışa girdik. Ama tabii herkes gitmişti çoktan. İlk şamandırayı döndüğümüzde bizi çoktan geçmiş olan teknelerin rüzgârsızlıktan çakılıp kaldıklarını gördük. Biz de yetişip arkalarına takıldık ve bu olaylı yarış bizim için orada başladı.
Bu merak ya doyamıyoruz teknelere
1996 yılında şu an kullandığım Moon&Star yatını aldım. Atabay Marina’daydı bu tekne o zaman ve hiç kullanmadan görür görmez Moon&Star’ı çok sevdim. Ondan sonra da Vedat Tezman’dan satın aldım. Karbon bir tekne bu ve içinde yarışmayı zorlaştıracak hiçbir şey yok. 10 yıldır onunla yarışıp büyük zevk alıyoruz. Her zaman olduğu gibi bu teknede de dümeni hep ben kullandım.
Bir ‘takım’ sorunlar
Takım olabilmek yelkencilikte o kadar mühim ki bunu izah etmek mümkün değil. Gençler buraya ne için geliyor ben onu muhakeme ediyorum. Acaba dışarıya hava atmak için mi yoksa gerçekten yelken zevki uğruna mı parkurlara geliyorlar? Yarışlarda çok büyük problemler oluyor. Kendileri başka şeylere dalıyor ve yapacakları işleri unutuyorlar. Tabii yarışta saniyelerin önemi çok büyük. Dolayısıyla bu konsantrasyon problemi yüzünden çok zorlanıyoruz. Ayrıca ekip bulma sorunumuz da var. Benim teknem on kişilik bir ekiple yarışabiliyor. Ama geçen bir yarışta sadece altı kişiydik. Gerçi on kişi olunca da çok gürültü oluyor teknede, az kişi olunca herkes çalışmaktan ‘didişmeye’ fırsat bulamadı ve çok güzel yarıştık, çok zevk aldık.
Bizim ekip
Moon&Star’da üç bayan yarışçımız var. İki oğlum ve yeğenim de bizim ekipte yarışıyor. Teknede de en çok çalışan benim; bir şey söylüyorum herkes birbirine söylüyor... Gürültü patırtı olmasına rağmen kazasız, belasız marinaya tek parça gelirsek bize en büyük mutluluğu o veriyor. Çünkü mühim olan kazanmak değil iştirak edip o tadı almak, o heyecanı yaşamak... Yakınlarımızla birlikte yarışmak ise hepten mutluluk verici.
Parmak hesabı
Bir diğer konu da şu rating meselesi. Benim teknemin rating’i üç yıldır hiç değişmiyor. Oysa yaşlandıkça teknenin rating’inin düşmesi gerekir. Benimki yerinde sayarken diğer tekneleri nasıl geçebileceğim ki? Diyeceksiniz ki “Tekneyi siz mi kötü kullanıyorsunuz?”. Ama İstanbul’da ne kadar iyi yelkenci varsa hepsi de kullandı bu tekneyi ve hiçbiri de başarılı olamadı. Olmuyor, teknenin bir kapasitesi var onun üzerine geçemiyorsunuz.
Dolayısıyla ben de yeni bir tekne almaya karar verdim
Yelkencilikte son diye bir şey yok. İnanılmaz derecede hızlı bir şekilde değişiyor her şey ve bir an duraklasanız bilmediğiniz o kadar çok şey çıkıyor ki ortaya... Bunları öğrenmenin tek yolu da yaşamak. Şimdiki modern tekneler küçük olmalarına rağmen çok hızlı gidiyorlar. Mesela geçen bir yarışta bir baktım ki 37 feet Grand Soleil’in balonu 120 metrekare, bizim 40 feet’lik teknenin balonu 87 metrekare. Teknoloji o kadar değişmiş ki...
Ahh bu canavarlar
Haluk Babacan, Levent Özgen, Azat Baykal, Arif Gürdenli gibi isimler benim teknelerimde yarıştı ve Türkiye’nin bu en iyi yelkencilerinden çok şey öğrendim. Ama onlar da bu tekneyi birinci getiremediler. Sadece ben 97-98 yıllarında bir-iki derece aldım. Fakat tabii o zamanlar daha bu ‘canavarlar’ çıkmamıştı. Bunlar çıkınca bir şey yapamamaya başladık. Bunun için yeni karbon kevlar yelkenler yaptırdım ve daha iyi performans almaya başladık.
Yatların dizaynı çok değişti
Eskiden yelkenler küçüktü, armalarn oranı 7/8’den 9/10’a çıktı. Cenovaları direğin hizasını geçmiyor. Halbuki bizim yelkenlerde çok gerilere kadar geliyordu cenova. Öyle olunca da ana yelkeni bozuyor ve tramolalar zor oluyordu. Böyle cenova çok çabuk ve kolay geçiyor. Eskiden biz zannediyorduk ki balon misali (balonu şişirip de ağzını açarsanız balon ileriye fırlar) ana yelken ile cenova arasındaki kanalın kapalı kalması gerekiyor. Böylece hava, geniş kanaldan gelip dar kanaldan geçerken tekneyi ileriye iter nazariyesi vardı bizde. Ama zamanla bu teori de çürüdü gitti. Açık o kanal şimdi ve ana yelken yapraklandırılmıyor. Şimdi iki ve üç numaralı yelkenle yarışıyoruz ve o kanalı açık bırakmamızdan dolayı çok daha hızlı gidiyoruz. Ayrıca bizim teknenin salması 2,10 metre iken diğerlerininki 2,45-2,60 metre arasında. Böylece onlar daha dengeli tekneler oluyorlar. Bir diğer değişiklik ise direklerde. Yarış direklerinin aslında yekpare olması lâzım çünkü parçalı direklerde aradaki ek parça direği kalınlaştırdığı için direğin esnemesine engel oluyor. Oysa yelkenin prebenti ile direğin prebenti birbirine uyum sağlamazsa yelken düzensiz oluyor ve tekne hızından kaybediyor. Bizim direk iki parçadan oluşuyor ve bu iki parçayı birleştirmek için kullanılan parça nedeniyle direk kırmıştık bir yarışta.
Ailemiz de büyüdü
1990’lı yıllarda çok küçük bir camiaydık. Ama şimdi inanılmaz genişledik ve çoğaldık ve bence bu çok iyi bir şey. Çünkü ne kadar çok olursak, zevki de o denli büyük oluyor ve yarış kazanmak da zorlaşıyor. Böyle olunca kim fazla çalışırsa o kazanıyor.
Favori yelkencilerim
Samim Arduman en çok beğendiğim yarışçıdır. Onun teknesi ile çok yarıştım, aşağı yarışına onunla birlikte giriyordum. Şimdi Şef Levent (Özgen) var; çok iyi ve efendi bir çocuk. Yelkenciliği de iyi. Eskiden bizim geçtiğimiz tekneyi o kullanıyor şimdi ve bizi geçiyor; şikayetçiyim ondan.
Ve son olarak
Denize öyle aşık bir adamım ki eğer emr-i vaki olacak olursa denizde olsun istiyorum. Bu inanılmaz bir sevgi ve duygu. Yarışmak çok başka. Atletizm, futbol, hep yarışmakla ve mücadele ile geçti hayatım. Çok kritik noktalarda heyecandan bacaklarımın titrediğini biliyorum ve o heyecan zaten bizim bu aşkımızın nedeni...
Kendimi iyi hissediyorum, daha birkaç yıl daha yelken yapabilirmişim gibi gözüküyor. Ben 80 yaşımdayım ve Allah’a çok şükür hiçbir sorunum yok ama yine de devrimi doldurduğumun da bilincindeyim ve sizler için tek dileğim, iyişallah gerçekten iyi yelkenciler yetişir bu memlekette.