Atlantik sultanı
23 Aralık’ta Mindelo’dan teknesi İstanbul ile yola çıkan Başak Mireli
16 Ocak’ta Martinik’e vararak Atlantik Okyanusu’nu yelkenliyle tek başına geçen ilk Türk kadın denizci oldu. Çocukluk hayalini gerçekleştirmenin yanında Türk kadınlarının ufkunu açan, cesaret veren ve göğsünü kabartan bir milattı bu.
Yazı: Ayşegül Bakış
Dünya seyahatine çıkan İstanbul mürettebatının seyir yazılarını Naviga’da okuyorsanız artık Başak Mireli ile Ömer Öcel isimlerine aşinasınızdır. Türkiye’den yedi denizlere Naviga’nın da yolcu ettiği çift, Akdeniz’i hızlıca geçip teknik sorunlarını hallederek ilerledikleri seyirlerini, Mindelo’ya kadar birlikte sürdürdü. Atlantik kıyısına vardıklarında ayrılık vakti de gelmişti çünkü Başak Mireli, bu geçişi tek başına yapmak istiyordu. Ve 24 günlük solo seyrin sonunda Başak Kaptan karaya ayak bastığında, yelkenliyle Atlantik’i tek başına geçen ilk Türk kadın denizci olmuştu!
Başak ile Ömer birbirlerinden ayrı geçirdikleri dönemde biri okyanusun cilveleriyle uğraşırken diğeri kendisinin ve çevredekilerin endişelerini yüklenmişti. Her ikisinin de güçlenerek çıktığı bu süreci bizler de yüreğimiz ağzımızda ama güvenimiz tam şekilde takip ettik.
Sadece isminizin önüne ‘Tek başına Atlantik geçişi yapan ilk kadın denizci’ unvanı almak için yola çıkmadığınızı biliyoruz; asıl motivasyonunuzu bizlerle yeniden paylaşır mısınız?
Atlantik geçişi benim için bir kendini gerçekleştirme hikayesi. Küçük bir çocukken yatağımın tavanına yapıştırdığım yıldızlara bakarak bugünlerin hayalini kurardım. Teknede yaşamaya başlayıncaya kadar o yıldızlardan hiç vazgeçmedim. Batıya doğru yolculuğumuz ve Atlantik geçişi hayal kurmanın ve bu hayalleri gerçekleştirmenin beni hayata ne kadar daha sıkı bağladığını gösterdi. Bu yolculuğu tamamlayarak, övünmemenin mümkün olmadığı benzersiz bir unvan kazanmış olabilirim ama aslında hayat yapbozumun büyük bir parçasını yerine koymuş oldum.
Kendimle mücadelemi bir kenara koyarsak tarihte kendi adıma yer açmış olmak çok gurur verici. Yoldayken ne yaptığımın çok farkında olmadığımı hedefe varınca anladım...
Biz, yayıncı olarak da denizci olarak da tek başına seyri kimseye önermiyoruz. Epey eğitim almış tecrübeli bir denizci olarak bu konuda size gelip “Ben de tek başıma yapacağım bu işi” diyen çıkarsa ona ne tavsiyede bulunurdunuz?
İlk teknemi aldığımdan beri tek başıma seyre çıkıyorum ve neden önermediğinizi çok iyi anlıyorum. Diğer taraftan denizdeki yalnızlık büyük bir aşk. İçinize sızan benzersiz bir özgürlük duygusu. Bu duygulara çekiliyorsanız gitmemek olmaz.
Denizde yalnız ya da değil, güvenlik her şeyden önce gelir. Birçok teknede can yeleği gibi en temel kişisel koruyucu malzemelerin kullanılmadığını görüyorum, çok yadırgıyorum. Tek başına seyirde en önemlisi her zaman kendimizi korumaya öncelik vermektir. Tekneden düşmeyeceğimiz bir donanım da bunun başında gelir. Gerekli önleyici donanımları kullanmadan tek başına seyir yapmak her an boş bir kahramanlığa dönüşebilir.
Size okyanus geçişi ile ilgili söylenmemiş, “Ah keşke bir kişi de bunu söyleseydi” dediğiniz anlar oldu mu?
Ben daha çok “Ah, o bana bunu söylemişti ama ben ne demek istediğini anlamamışım” dedim kendime. Bu rotada bence en büyük stratejik hatam biraz fazla güneye inmek oldu. Kısmet Güzelim teknesinden Ali Can Sürekli yola çıkmadan iki gün önce, son geçişinde öncekilere göre çok daha yukarıda (kuzey enlemlerinde) kaldığını ve fazla güneye inmeye gerek olmadığını yazmıştı. Ben biraz ikiz yankee kullandığım, biraz da Kanarya Adaları’ndan inen, dalgası sert kuzeyli bir havaya denk geldiğim için planladığımdan daha güneye indim. Tekrar yükselmek beni en çok zorlayan şey oldu. Bu kadar zorlanacağımı bilseydim en başında güneye inmemek için zorlanmayı tercih ederdim. 11K’den 13K’e yükselmem neredeyse altı gün sürdü. O altı gün boyunca “Bana söylemişlerdi, ben anlamamışım” dedim.
Bu sırada Ömer Bey’in verdiği sınavlar sizce nelerdi?
Cape Verde Adaları-Mindelo bizim ayrılık noktamızdı. Oraya ulaştıktan 15 gün sonra geçişe başlamayı planlarken neredeyse altı hafta kaldık. Hava bahaneydi, birbirimizden ayrılmaya hazır değildik. Üstüne üstlük Ömer beni bırakmaması gerektiğine dair hem ailemizden hem de arkadaşlarımızdan sürekli bildirim aldı. Benim bu hayali gerçekleştirmeyi ne kadar çok istediğimi biliyordu ve bu geri bildirimleri olabildiğince kendine sakladı. Böyle yaparak bence bir yükü daha sahiplenmiş oldu. İşler planlandığı gibi gitmeseydi mutlaka ona “Biz sana söylemiştik” diyen çok kişi olacaktı. Bana hissettirmeden ‘iki arada bir derede kalmak’ bence en büyük sıkıntısı olmuştur. Bir de bunun üzerine teknenin teknik işlerinin sorumluluğunu ekleyin… Yol boyunca ufak tefek tamiratlar yaptım ama hiç büyük sıkıntı yaşamadım. Çok büyük bir arıza olsaydı sanki kendisi avukat değilmiş de bu teknenin teknik servisiymiş gibi bir sorumluluk duyardı ve kendini suçlu hissederdi.
Yaşadığınız ufak teknik sorunlar nelerdi peki?
Tekneyi bu seyre hazırlamak için elimizden geleni yaptık ama günün sonunda 25 yaşında, imkanları kısıtlı bir tekneyle yaptım bu yolculuğu. Birşeylerin bozulmasından öte, en büyük dert, enerji yönetimi oldu. Güneş panelleri çoğu zaman ya bulutların ya da yelkenlerin gölgesinde kaldı. Rüzgâr jeneratörü olağanüstü bir performans göstermeseydi işler daha da zorlaşırdı. İlk 10 gün aküleri bitirecek diye elimi otopilota süremedim. Tek alternatifim rüzgâr dümeniydi. O da sargosa (okyanus çayırları) ile boğuşurken her türlü arızayı çıkardı. Elimde alyan sök tak, sök tak bihal oldum.
İlk iki günden sonra dalgalar büyüdükçe tekne su yapmaya başladı. Elektrikli sintine pompası hiç çalışmadı. Dördüncü gün de manuel pompa bozuldu. Daha önce de aynı durum başımıza geldiği için yedek pompa hazırdı. İlk etapta onu kullanıp mevcut hidroforlardan birini sintine pompası yapıp tekrar yedeğe aldım.
Aşırı sallantıdan ocak gaz kaçırmaya başladı, tuvalet bozuldu, bir ara baş ıstralya furling dolandı vs. gibi her an aksiyonlu bir seyahat oldu.
Kendinizle ilgili neleri keşfettiniz bu yolculukta?
Hayat hızlı akıyor. Biraz doğam öyle olduğundan, biraz da belki gerçekleri görmezden gelmeye çalıştığımdan yola mümkün olduğunca içimdeki çocukla devam etmeye çalışıyorum. Ben ne kadar dirensem de geçen her yılın beni biraz daha olgunlaştırdığını, hatta sakinleştirdiğini hissediyorum. Ya da bana öyle gelmiş. Kendimi geliştirdiğimi düşündüğüm, olgunlaştığıma inandığım birçok konuda bir arpa boyu yol alamadığımı deniz bir kez daha yüzüme vurdu. Kendimle uzun uzun sohbetler yapmak zorunda kaldım.
Okyanusta yalnız geçen ilk gece ve son gece ya da ilk gün doğumu ve son gün doğumunda aklınızdan geçen düşünceler nelerdi? Başak nasıl evrildi bu geçişte?
Yolculuğun tamamında, özellikle ilk dört-beş günde aşırı kaygılıydım. Arada aldığım ‘Ömer’siz nasıl olacak bu işler?’ vs. gibi birçok iyi niyetli soru bir köşede birikmiş. Yola çıkar çıkmaz üstüme çullandılar. Zaman zaman bu stresi yönetmekte zorladım. Özellikle dördüncü gün, eğer tekneyi oturtup büyük bir arıza yaşamamışsanız önemli bir psikolojik eşik. ‘Oh be…’ denen an.
Yol boyunca böyle eşiklerden geçiyorsunuz. Tabii ki yolun yarılanması. ‘Bu kadar geldiysem bundan sonrası geri sayım mutlaka giderim’ denilen an. Varış noktasına daha uzak olsanız da Güney Amerika kıyılarına yaklaştığınız an. Son olarak da motorla devam edebilecek kadar hedefe yaklaştığınız zaman.
Tüm bu eşiklerden geçip zihin rahatlayınca denizin kokusu, güneşin doğuşu, ay her şey ama her şey değişiyor. İlk bir haftadan sonra günleri de saymayı bırakıp bambaşka bir zamansızlık moduna giriyorsun. Varış zamanı geldiğinde insanın içinde koca bir boşluk oluşuyor.
Seyir defteri tuttunuz mu?
Kendi teknemle olsun olmasın yıllardır bütün seyirlerimin notlarını tutuyorum. Aynı yerlerden tekrar geçersem özellikle eski defterleri çıkartıp neler olmuş o zaman diye bakmayı seviyorum. Çocukça bir günlük tutma alışkanlığı.
Artık seyahatimizin videolarını da yapıyorum. sailing_istanbul YouTube hesabında bulabilirsiniz. Onlar da kendi çapında bir günlük ve seyir defteri oldular.
Hep sorulur; okyanus geçişinin ‘en’leri nelerdi? En sert hava, en hafif hava ya da beklenmedik meteorolojik durumlardan kaynaklı neler yaşadınız?
En çok yorulduğum, gece yarısı başlayıp ertesi gün öğlene kadar devam eden sert squall’ların olduğu geceydi. Rüzgâr bir 15 knot, bir 25 knot esti. 25 knot’a göre camadan vurup hava düşünce dalgalar teknenin üzerinde kırılmaya başladı. Saatlerce elimde camadan halatıyla yağmur altında oturdum.
İçimi en çok titreten de Martinik’e 225 mil kala motorun teklemesi oldu. Yelkenle 2.000 mil yol yapıp motor çalışmadı diye titrenir mi, demeyin. Ertesi gün 1,5 metre dalga ve tamamen yanık hava olduğunu biliyordum. Hemen Karadeniz’de yediğim tokatlar geldi aklıma. Rüzgârsız havada yelkenlerin ve bumbanın vurup durmasının yarattığı fiziksel ve ruhsal yıpranmayı hiçbir sert hava yaratmaz.
Tek başına seyir yapmak hoşunuza gitti mi, farklı etaplarda bunu tekrarlamayı düşünür müsünüz? Yoksa bundan sonrasında Ömer Bey’le klasik dünya turuna devam mı edeceksiniz?
Yalnız olmak her zamanki gibi çok iyiydi. Zorlandığım, stresi yönetmekte sıkıntı yaşadığım zamanlar oldu ama zaten bunları deneyimlemek için yola çıkıyorum.
Eylül 2021’de, 10 aylık bir kara macerasından sonra tekneyi denize indirdiğimizden beri koşturuyoruz. 2022’nin ilk yarısında Gökova’dan yola çıkıp Hopa’ya kadar gittik ve geri döndük. Dünya turuna çıkmadan önce 2.000 mil yapmıştık ve hazırlıklar için sadece 10 günümüz kalmıştı. Temmuz 2022’de halatları kestik bir solukta Akdeniz’i geçtik. Karayiplere kadar hayatımız biraz turistik gezi, daha çok yol yapmak ve tekne tamir etmekle geçti. Gördüklerimizi, yeni arkadaşlarımızı bile henüz özümseyemedik. Sezonu Karayiplerde geçirip biraz soluklanacağız. Bundan sonra hedef birlikte Pasifik. Ama hayat hep sürprizlerle dolu, ne getireceği belli olmaz.
Madalyonun diğer yüzü: Ömer Öcel anlatıyor
Bana yapılabilecek en büyük kötülük, 16 Ocak’taki beni alıp yeniden 23 Aralık gününe götürmek olsa gerek. Başak, dünya turunu dillendirdiğinde hemen “Tamam” demiştim. Bundan da hiç pişmanlık duymadım. Ama Atlantik’i yalnız geçmek fikrini dillendirdiğinde, buna hemen “Tamam” demiş olmamdan dolayı, çıkış tarihi yaklaştıkça zaman zaman pişmanlık duyduğum oldu. Kimi büyüklerimiz, “Dillendirmeden yapın, aksi halde yapmazsanız, altında ezilirsiniz” şeklinde öğüt vermişlerdi. Oysa biz dillendirmek zorundaydık. Zira desteğe ihtiyacımız vardı ve bu desteği neden istediğimizi açıklamak zorundaydık. İyi ki de dillendirmişiz. Şimdi vazgeçmiş ve birlikte Atlantik’i geçmiş olabilir ve bunun pişmanlığını bir ömür yaşamaya mahkum olabilirdik. İyice ölçüp, biçip, yapabileceğinize inandığınızda, bunu dillendirmekte hiçbir sakınca yok bence. Hatta sizi vazgeçmekten alıkoyan bir motivasyon vermesi, gerçekleştirilmesi mümkün hayaller için çok faydalı.
Çıkış günü yaklaştıkça teknenin her noktasını tekrar tekrar kontrol eder oldum. Zihnimde her şeyin çalışmasını gözden geçiriyor, çoğunlukla evhamdan kaynaklanan değişik öneriler sunuyordum. Başak ise soğukkanlı bir şekilde değişikliğe gerek olmadığını, bu şekli ile tekneyi abrayabileceğini söylüyordu. Son olarak dümen palası ile otopilota gres bastım. Ama aklım hep ikiz yelkenlerin gönderlerinde ve ıskotalarındaydı. Azgın dalgaların arasında, gönderleri vardavelaya bağlı oldukları yerlerden çıkartıp bir uçlarını direkteki yerlerine takmak, diğer uçlarına üst baskı ve ön ile arka olmak üzere alt baskılar volta edip, ıskotayı da tetikten geçirip kurmaktaki zorluk rüyalarıma girmekteydi. Sonunda Başak’ı bu konuda ikna edebildim ve demo yaparak, gönderleri direkteki yerlerine bağladıktan sonra, diğer uçlarını pulpitte denk gelen yere sabitledik. Arka baskılarını da her iki tarafta bumba freni için hazırladığımız makaralardan geçirip direk dibindeki vinçlerimize aldık. Böylece Başak, gönderleri direk dibinden ayrılmadan kolayca donatıp kurabilecekti. Bir zihni sinir proje daha ileri sürdüm. İkiz yelkenleri cenova gibi kullanmak istediğinde, rüzgârüstü ıskotasını, rüzgâraltındaki flok ıskotasının yerine alıyor ve bunun için bodoslamaya kadar gitmesi gerekiyordu. “Haydi her iki ikiz yelkene birer sancak birer de iskele ıskotası donatalım. Havuzluktan çıkmadan, ister ikiz yelken istersen ikisini birleştirip cenova aç” dedim. Başak Kaptan haklı olarak dört ıskotanın çapariz verebileceğini söyledi ve “Tekne hazırsa, ben de hazırım” dedi.
Çok romantik ve kalabalık bir uğurlama olmadı. Ben, Dicle, Özkan ve Özlem Şahin, Lucy ve erkek arkadaşı, sonra dingi ile Mayte’lerle birlikte uğurladık Başak’ı.
Uğurlamanın hemen ardından ben Lizbon, Paris üzerinden Martinik’e geldim. Hep sorulan, “Başka bir tekne ile neden geçmedim?” sorusuna yanıt vermek gerekirse; yolda tanıdığımız dostlarımızın hepsi de kendi hayallerini gerçekleştirmek için yola çıkmışlardı. Başak’ın hayalini gerçekleştirmesine destek olan ben, onların hayallerine ortak olmayı kendime yakıştıramadım. Neticede kimsenin bana önceden verilmiş bir sözü de yoktu.
Can Sürekli ile Başak Kaptan’ı beklerken
Atlantik geçişinde yardımcı arayan yabancı teknelere katılmak için de kendimi yaşlı hissettim açıkçası. O kadar genç insan vardı ki kendilerine tekne arayan, onlardan birisinin şansını elinden almayı istemedim. Ama bu rahatlığımın bir sebebi de benim dünya turumun Martinik’te başlayacak olmasıydı. Süveyş Kanalı’ndan geçmeyip, Ümit Burnu, Karayipler yapacağımız için ben de dünya turunu tamamlamış olacaktım.
Başak yola koyulur koyulmaz, her yarım saatte bir Garmin linkinden Başak’ı takip etmeye başladım. Zaman zaman sorun çıktığında gönderdiği mesajlara, olabildiğince sakin kalarak, çözüm yollarına yönelik cevaplar verdim. Her sabah, dalga, rüzgâr, tekne ve kendisi ile ilgili verdiği özet bilgileri onu takip edenlerle paylaştım. Çoğunlukla da zamanımı, onu yalnız göndermenin doğru bir karar olup olmadığının muhasebesiyle geçirdim. O bunu yapmayı istiyordu, bunu doğru zaman ve doğru yerde istiyordu. Bir yelkencinin, “Ben dünyayı dolaşan ilk Türk kadını olacaktım ama Zuhal Atasoy bunu benden önce yaptığı için dünya turundan da vazgeçtik” demesi yani doğru yer ve zamanda yapılmayan şeyin pişmanlığını Başak’a yaşatmaya hakkım yoktu. Üstelik güzel kızım tam burslu olarak Koç İşletme’ye girmiş, yakışıklı oğluma tüm işlerimi devretmiştim ve ne ekonomik ne de mesleki olarak beni Başak’ı desteklemekten alıkoyan bir sebep de kalmamıştı. Aslında en büyük teşekkürü onlar hak etmekteler. Babalarının, eşine destek vermesine destek oldular.
Bütün bunları günlerce düşünerek, kendime doğru yaptığıma telkin edip, her yarım saatte bir konum, hız gösteren linki kontrol ederek günlerimi geçirdim. Ama Başak bir doğurduysa ben dokuz doğurdum.
Başak yaklaştıkça, bu kez onu karşılama telaşı aldı beni. Ya uğurladığımız gibi sönük bir karşılama olursa ya güzel ülkemin güzel insanları bu muhteşem başarıya gerekli ilgiyi göstermezlerse korkusu kapladı içimi.
Önce Yalçın Özhabeş’in mesajı geldi. Fransız kız arkadaşı Marie-Cécilia Duvernoy ile birlikte ABD’den yola çıkmışlar, Türkiye’ye doğru giderlerken Martinik’te yolumuz kesişmişti. Kız arkadaşı hikayemizi Fransız yelken dergisi ile paylaşınca, bir Türk erkeğinin eşini yalnız başına Atlantik geçmekte destekliyor olması çok ilgilerini çekmiş. Hemen haber yapma konusunda anlaşmışlar. Marie benden haber ve fotoğraf için izin istediğinde Başak’ın yaptığı işin ses getireceğine inanabildim. Sonra Banu Aktoz mesaj attı, eşi Simon Phillips ile birlikte Martinik’te olduklarını ve Başak’ı karşılamak istediklerini dile getirdi.
16 Ocak sabahı, Kısmet Güzelim teknesindeki misafirliğim sona erdi. Ali Can Sürekli ile birlikte, karşılama noktasına daha uygun konumdaki Banu ve Simon’ın da beklemekte olduğu Özlem ve Özkan Şahin’in Ozi teknesine geçtik. Sonunda Başak ile telsiz teması kurduk. Ardından Yalçın beni aradı. “Abi nerdesiniz, Başak’ın bizden haberi yok sanırım” diye. Yalçın’lar sabah çok erken demir alıp karşılamaya çıkmışlar. Fotoğraf da çekecekler haliyle. Yalçın anons etmiş, “İstanbul, İstanbul, Tirbuşon” diye Başak cevap vermiş “İstanbul dinliyor” şeklinde. Yalçın devam etmiş “Tirbuşon hazır” diye. Başak cevap vermiş “Tirbuşon hazırsa hızlanayım” şeklinde. Başak sanmış ki bahsedilen tirbuşon, karşılamaya gelenlerin patlatacağı şampanyanın tirbuşonu. Oysa Yalçın ve Marie’nin teknesinin adı Tirbuşon. “Sürpriz olsun istedim Başak’a bir Fransız dergisinin onu takip ediyor olması, sorun yok siz devam edin işinize” dedim Yalçın’a. Sonunda burnu dönüp göründüğünde İstanbul ve Tirbuşon, biz de karşılamaya koştuk dingilerle. Beni İstanbul’a çıkardılar demir yerine yakın. Kucaklaştık şimdi anıldığı ismi ile ‘Atlantik sultanı’yla. Tarifi olanaksız bir hafifleme. Kalabalık olmasa da güzel ve samimi bir karşılama. Zaten 24 gündür insan ve tekne görmemiş Başak Kaptan, demir yerinin kalabalıklığından sarhoş oldu.
Evet dostlar, bu yola hazırlanırken, belki kendilerine göre haklı sebeplerle bizi eleştirenler oldu ama hep denildiği gibi Başak’ın yaptığını sevmek zorunda değil ama saygı duymak zorundayız. Şükürler olsun ki herkes sevgi ile bağrına bastı Başak Kaptan’ı. O artık yelkenci kadınlarımızın ilk kilometre taşı. Dileğim o ki, ondan esin alan kadınlar, yalnız veya kendilerinden destek bekleyenlerle birlikte denizlerde daha çok olsunlar. Tek başına dünya turu yapan kadınlarımız o kadar çoğalsın ki sayıları konusunda birbirimizle iddialaşabilelim.
Biz bu sezonu Karayiplerde geçireceğiz. Gelecek Pasifik sezonunda Panama’dan geçerek dünya turumuza birlikte devam edeceğiz.
Bu sezon İstanbul, Kısmet Güzelim, Ozi, Avare, Lucky Luke, Destina, Chocolate, Deriska, Bossanova, Gybsea, Keyif olmak üzere 11 tekne Atlantik’i geçti. Bu Türk yelkenciliği için bir rekor. Üstelik Atlantik Okyanusu’nu geçtiğinizde; Rüyam II teknesi ile Alpel Ağabey (Turak) ve Nilüfer Ablanız, Elit Kebap House ile Levent Elitez ve eşi Gilen karşılayacak sizleri. Cem Akdeniz Kaptan her daim yardımcı olacak. Faho Kaptan’ın (Fahrettin Eroğlu/Korkunu Yen Hayallerini Yaşa) dediği gibi “Buralar başka bir dünya”. Hadi bakalım, bu teknelerin hikayelerini takip edip denizlerde daha çok var olmak zamanı.
Başından bu yana maddi, manevi desteğini esirgemeyen, bizi takip edip seven veya saygı duyan herkese teşekkürler.